31 Mayıs 2010 Pazartesi

O ŞEHİR

Yıllardır kopamadığım,
vazgeçemeyecek kadar benden olan,
sade bir şehirdir.

Yollarında yürürken,
en az yol kenarındaki bir ağaç kadar tanışık olduğum,
havasını, suyunu, belki gürültüsünü bile sevdiğim bir şehir.

İlk gençliğimi verdim ben bu şehre,
sancılarımı, korkularımı, çocukluğumu verdim.

İsyankar tarafım ilk kez bu şehirde çıktı su yüzüne,
en derinde gizlenmiş zaaflarımı bu şehir buldu.

Ah bu şehir.....

Umutlarım, hayallerim, hırslarım....

Boğucu bir ayrılık sabahında başlayan o uzak soğukluğuyla,
zamanla yörüngesine hapsolduğum bu sıcacık şehir.

İstersen ağlarsın bu şehirde, istersen gülersin,
canın mı sıkılıyor, al dibine kadar sıkıl,
mutlumusun, çal oyna, şehrin de sana eşlik eder.

Çünkü özgürsündür bu şehirde,
yalnız ve özgür.....

Hayatımın en güzel dört yılını yaşadığım ve yıllardır kopamadığım Ankara'ma,
hala kendimi evimde gibi hissettiğim O.D.T.Ü.'ye ithaf edilmiştir.

Başta Özgül'üm ve Fatoş'um olmak üzere O.D.T.Ü.'yü ve Ankara'yı benimle yaşayan herkese selam.

KIZIMIN KOKOŞ ŞAPKASI


Evet, sonunda yaz geldi. Her ne kadar sıcaktan çok hoşlanmasam da yazın yeri başka kabul ediyorum. Değişik bir enerji veriyor insana.Sokaklar kıpır kıpır, insanlar rengarenk.... 

Bizim ufaklıkların yazlık kıyafetlerini hemen hemen tamamladık. Geçen seneden kalanlar elden geçti, küçülenlerin yerine yenileri alındı. Farkettik ki kızımın şapkası onun için artık fazlasıyla küçük ve bebeksi kalmış.

Anneannesi güzel kızım güneşten rahatsız olmasın diye ona pembe bir şapka almış, ama bana biraz sade geldi şapka. Ben bunu biraz süsleyim derken bir de baktım ki ortaya kokoş bir şapka çıkmış.


şapkamızın ilk hali

Neyse ki kızım da benim kadar kokoş, çok beğendi şapkasını, keyifle kullanıyor.



şapkamızın son hali

Biraz kurdele, biraz tül, biraz boncuk işte size bambaşka bir şapka.

Keyifli bir yaz dileğiyle...


29 Mayıs 2010 Cumartesi

PLASTİK POŞET KULLANMAYA SON

Pek çok kişi bilmez ama ben  bir çevre mühendisiyim. Bilinçli bir seçimle değil sınav sisteminin cilveleri ve benim yanlış tercihler yapmam sonucu bu bölümü kazandım.

Pek çok insan çevre mühendisliğini peyzaj mimarlığıyla karıştırır, halbuki alakası bile yoktur. Kabaca anlatmak gerekirse ürettiğimiz atıklarının doğaya zarar vermeden bertaraf edilmesi ve doğadan alıp kullandığımız her maddenin sağlık standartlarına uyacak şekilde arıtımının sağlanması diyebiliriz.

Dört yıl boyunca ağır bir mühendislik eğitiminin yanısıra çevreyle ilgili pek çok eğitim aldım. En duyarsız insan bile biraz olsun konuyla ilgilense eminim çevre kirliliğine duyarsız kalamaz. Konunun ehemmiyeti ve aciliyeti özellikle son yıllarda artık gözardı edilemez bir hal almış durumda. Ama ne yazık ki hala çoğumuz işin ciddiyetinin farkında değiliz.


Düşünsenize gelecekte içecek suyumuz, işleyecek toprağımız, soluyacak havamız hatta yaşayacak bir gezegenimiz olmayabilir. Böyle bir tehlike varken, olmayacak bir gelecek için herbirimizin hayat çabası size de anlamsız gelmiyor mu?

Para, ev, araba dahası çocuklarımıza verdiğimiz eğitim, bu dünya olmazsa neye yarayacak?

Hayat çabamızı anlamlandırmak için dünyamızı korumamız şart.

Ben mezun olduktan sonra mesleğimle ilgili herhangi bir işte çalışmadım, yani bir anlamda eğitimimin karşılığını veremedim dünyaya. Ama herzaman çevreye çok duyarlı bir insan oldum, elimden geldiğince çocuklarımı da bu yönde yetiştirmeye çalışıyorum.

Hayatımızın her alanını ele geçiren plastik torbalara karşı da özel bir antipatim var. Biliyorsunuz plastik doğada en geç yok olan maddelerden biri. Bizse hoyratça hergün bu poşetleri kullanmaya devam ediyoruz. Son yıllarda kumaş torba kullanımını teşvik eden pek çok kampanya yapıldı. Ben de kumaş market çantaları yaparak küçük de olsa bir katkıda bulunmak, az da olsa sizlerin dikkatini çok yakın olan tehlikeye çekmek istedim.

Kendiniz için değilse bile çocuklarınızın mutluluğu ve sağlığı için suyu, elektiriği, her türlü yakıtı kullanırken iki kere düşünün. Tek damlayı israf etmeyin. Aldığınız, kullandığınız ve özellikle çöpe attığınız her şeyde iki kat seçici davranın.Çevreye duyarlı ürünleri destekleyin ve günlük keyifleriniz için geleceğinizi riske atmayın.

Sabırla bu sıkıcı yazıyı okuduğunuz için teşekkürler.

En azından kumaş market çantamın üzerindeki şirin kız sizi biraz olsun neşelendirir belki. Market çantası için biraz fazla süslü oldu ama elimde değil, alayıp pullamadan edemedim.Belki market alışverişi dışında amaçlar için de kullanılabilir. Mesela ben kızımın eşyalarını taşımak için kullanmayı düşünüyorum.

Bu arada çanta için leke tutmayan, yıkanabilir bir kumaş seçtim, üzerindeki süslemeler de yıkanmaya dayanıklı.

Dikilecek iki market çantam daha var, onları süslerken daha sade olmaya çalışacağım.

Bu çantalar yakında pasajımda satışta olacak. Benim aracılığımla bir kaç poşet az kullanılması bile beni çok mutlu edecek.

Şimdiden herkese duyarlılıkları için teşekkürler.

28 Mayıs 2010 Cuma

EN SÜSLÜ TEPSİ BENİM TEPSİM!


Doğum şekerlerini süslü püslü bebek sepetleriyle ikram etmek en çok tercih edilen ikram şekli oldu son yıllarda. Ben kendi doğum şekerlerim için farklı bir ikram yolu düşünürken gelmişti tepsi süslemek aklıma.

Annemin eskidiği için artık kullanmayıp bir kenara attığı tepsiyi, önce elastik, parlak ve pembe bir kumaşla, sonra da pembe dantelle kapladım. Kaplarken kumaşların ek yerlerinin tepsinin iç kenarlarına gelmesine özen gösterdim. Bu kenarların üzerine de süslü kurdelelerden geçirerek görüntüyü bozan bu kenarları kapatmış oldum. Kulplarına bağladığım kurdelelerin ve tepsinin ortasına yerleştirdiğim, süslü çubuklarla dolu kutunun amacı sadece daha sevimli bir görüntü vermek.

Tepsimin içine, şekerlerimi dekoratif bir şekilde dizmiş ve köşelere de badem şekerleri yerleştirmiştim. Ne yazık ki şekerlerle doldurulmuş halinin fotoğrafını bulamadığım için sizinle paylaşamıyorum.

Doğum sonrası kullandıktan sonra tepsimi bir kenara atmadım. Hala kahve tepsisi olarak pembe fincanlarımla kullanıyorum. Hatta kahve yanında çikolata ikramı için, tek kalmış bir kadehi de tepsime uyacak şekilde süsledim. 

 


Kullanılmayan bir tepsi, sadece bende olan ve zevkle kullandığım farklı bir tepsiye dönüşmüş oldu.

27 Mayıs 2010 Perşembe

OMUZLARA DİKKAT 2 - APOLETLER




Tamam geçen seneden beri omuzlarımızda kimi pullu, işlemeli, kimi metalli, zımbalı, zincirli pek çok süsleme var. Ama askeri apoletler Micheal Jakson'ın ölümüyle dahil olmadımı kıyafetlerimize. Daha önce de varlardı da dikkatimi o zaman mı çektiler bilmem.

Mağlum kör ölür badem gözlü olur, ölünce bir farklı oldu gözümde bu adam. Benim yaşlarımdaki herkes için gençliğinde önemli bir yeri olduğu kuşkusuz, ama ne yalan söyleyeyim hakkındaki onca dedikodu, aslını inkar eden beyazlaşma çabası, operasyonlarla ucubeye dönüşen suratı, iyice soğutmuştu beni Micheal Jackson'dan. Ama ölümünü duyunca sarsıldım doğrusu. Ardından yapılan onca programla da hatırladım ki, kıyafetlerimizden, dans edişimize pek çok etkisi olmuş hayatımızda.



Her neyse biz gelelim apoletlere. Gülşah'cığımın isteğiyle benim elimden çıkan apoletler.Apoletler sanırım en çok blazer ceketlere yakışıyor.Belki Napolyon tarzı askeri yelek ve ceketlerde de hoş durabilir.

İlk apoleti yapmak biraz uzun sürdü, bir türlü içime sinen görüntüyü yakalayamayıp, defalarca işleyip söktüm ama arkası kolay geldi.

Buyurun bir de siz göz atın.

Gülşah'cığım hangisini beğenirsen senin. Güle güle kullan.

25 Mayıs 2010 Salı

CANIM KARDEŞİM



Benim bir tek bir tane kardeşim var. Benden sadece iki buçuk yaş küçük bir erkek kardeş. Kendimi bildim bileli kardeşim vardı, hep yanımdaydı. Biz birbirimize bağlı bir aileyiz. Anne ve babamız yaşamımızdaki herşeyi birbirimizle paylaşmayı öğretti bize. Mutlu olsak paylaşmak için birbirimizi ararız, en ufak bir sıkıntıda bazen anne ve babamdan önce kardeşim gelir aklıma. Telefon açıp, kardeşim yetiş dediğim, onun da anında imdadıma yetiştiği anlar çoktur. Oğluşumun bir doğumgününde oldukça fazla miktarda uçan balon sipariş vermiştik, teslim edecek firma son anda gecikeceğini söyleyince yine aradığım kişi kardeşimdi. Balon gıcırtısına karşı aşırı bir hassasiyeti olmasına, hem de koyu bir Beşiktaşlı olarak, bütün balonların sarı-lacivert olmasına rağmen hiç tereddütsüz koştu imdadıma. Doğumgünü partisi boyunca bütün tüyleri diken dikendi canım kardeşimin.   

Sadece kardeşim olmadı ki hiçbir zaman. Çocukluğumun tombiş sarı kafası, yaramazlıklarımın ortağı, oyun arkadaşım, okulda küçük kardeşim, kayak kamplarında koruyucum, tatillerde havuz arkadaşım, arkadaş düğünlerinde partnerim, Ankara'ya yaptığım zorunlu seyahatlerimde yol arkadaşım, ehliyet alırken direksiyon öğretmenim, mezuniyet balomda bütün arkadaşlarımı kıskandıran yakışıklı kavalyem, düğünümde ağabeyim, en sıkıntılı anlarımda ağlayacak omzum, çocuklarımın baba yarısı, bir tanecik dayısı....

İlk doğumumda anne babamın çok heyecanlanacağını düşünerek onlara haber vermeyip sadece kardeşimi istemiştim yanımda, onun varlığı yetmişti bana. Ama ikinci doğumumda askerdi benim canım kardeşim, onun için mecbur haberdar etmiştim annemi ve babamı, eksikliğini de taa içimde hissetmiştim.

Benim küçük kardeşim geçen sene evlendi. Böylece bir kardeşim daha oldu. En az kendi kardeşim kadar değerli, özel...

Yeni kardeşim blazer ceketleriyle kullanmak için askeri apoletlerden yapmamı istemişti benden ama ben bir türlü fırsat bulamamıştım.

Nihayet apoletleri yapabildim Gülşah'cığım. Biraz geç oldu ama kusura bakma artık.

Ben bu yazıyı da apoletleri sizinle paylaşmak için yazmıştım ama konu kardeşimden açılınca yazı biraz uzadı. Bu yazı gönlü de kendi kadar güzel kardeşime ve onun biricik eşine ithaf edilmiş olsun. 

Apoletlerim bir sonraki yazıya kaldı.

23 Mayıs 2010 Pazar

YILLAR SONRA KALDIĞIMIZ YERDEN

Dostluk, başka birşeydir. Aileni seçemezsin, çocuklarını, akrabalarını, iş arkadaşlarını, komşularını hatta bazen arkadaşlarını da seçemezsin. Çoğu zaman mecburi bulunduğumuz ortamlarda yine mecburen kendimize çevre ediniriz, ama DOST başkadır.

Kendimiz seçeriz, yıllarla, ayrılıklarla, zorluklarla, farklarla, uyuşmazlıklarla, acılarla deneriz, besleriz. Sonuçta gerçek dostu bulmuşsak, ömür boyu bırakmayız, sonsuza dek dost kalırız.

Şanslıyım ki benim sayısız arkadaşım değil, iki elin parmakları kadar dostum var.

Bu dostlardan biri, can dostum, dert ortağım, sırdaşım, yol arkadaşım, Özgül'üm,  en az onun kadar sevdiğimiz eşi Özkan ve doğduğundan beri henüz görebildiğimiz şeker oğlu Bora, 19 Mayıs tatili vesilesiyle bizim konuğumuzdu.

En son görüşmemizin üzerinden neredeyse dört yıl geçti.O zaman annesinin karnında olan Bora şimdi, üçbuçuk yaşında, o zaman üçbuçuk yaşındaki Efe yedi buçuk yaşında ve henüz ortada fikri bile olmayan Ecesu iki yaşında.



Dost olmanın en büyük göstergesi bu bence; yıllar sonra kaldığımız yerden....

Biz iki aile; dört yetişkin, üç çocuk, herzaman bir aradaymışız, hergün birbirimizi görüyormuşuz gibi, tek bir yadırgama, en ufak bir tereddüt yaşamaksızın sarmaş dolaş olduk. Aynı aileden insanların bile zor yakalayacağı bir uyumla aynı evde çok mutlu üç gün geçirdik.



















Evde misafir yoktu, beraber yemek yapıldı, beraber sofra kuruldu, beraber yendi, beraber ev toplandı.

Biz Özgül'ümle üniversitede dört yıl aynı yurdu, hayatımızın en güzel dört yılını paylaştık. Mezuniyetimizin üzerinden oniki yıl geçti, biz dostluğumuzdan vazgeçmedik. Bir araya gelince böylesine bir uyumda olmamız doğal. Fakat eşlerimizin de bu uyumda olması, çocuklarımızın kardeş gibi birbirlerine kenetlenmesi bizim dostluğumuzun sıcaklığından, şansımızdan, elbet eş seçimimizdeki başarımızdan  ve çocuklarımızı sevgi dolu yetiştirebilmemizden.



Sizi şimdiden özledik Kaygusuz ailesi. Uzun kahvaltı sohbetlerimizi, kahve keyiflerimizi, hep beraber kurduğumuz akşam sofralarını, gecenin geç saatlerine kadar dertleşmelerimizi, çocuklarla boğuşmalarımızı ve daha pek çok şeyi, çoook özleyeceğiz.

Bu sabah fotoğraflara bakarken oğluşum 'anne Boriş'i çok özledim ben' deyip odasına kaçtı, kızım hala odaları dolaşıp 'dedeee' diye bağırarak Özkan Amcasını arıyor.

Sizi seviyoruz, can dostlarımız....

En kısa zamanda görüşmek üzere.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

MİLFÖY YATAĞINDA TAVUKLU PİLAV

Aslında anlatacağım yemek bildiğiniz pilav üstü tavuk. Biraz özen, bir tutam sevgi, az biraz da hayal gücüyle sevgili anneciğimin ellerinden çıkmış farklı bir tavuklu pilav örneği.

Ben bu yemeği yapmayı da, sunmayı da, yemeyi de çok seviyorum. Şimdiye kadar ikram ettiğim herkes de afiyetle yedi. Buyurun bir de siz göz atın. Kimbilir belki akşama sevdiklerinize pişirmek istersiniz. Ama pişirirken biraz sevgi, biraz aşk katmayı unutmayın.

Şimdi gelelim tarife:
  • Önce tavuk flatolarımızı tuzlu suda iyice pişene kadar haşlıyoruz. Haşlanan tavukları ellerimizle küçük parçalar halinde parçalayıp tavaya alıyoruz. Tavukları tavada sıvıyağla kavuruyoruz. Biraz tereyağ, biraz karabiber ve tuz ekliyoruz.












  • İkinci aşama dolma fıstığı ve bademler. Yağsız tavada önce dolma fıstığını rengi değişene kadar kavuruyoruz. Dolma fıstıklarını bir kaba alıp, bir gece önceden ıslattığımız bademleri  soyup az sıvı yağda kavuruyoruz.
  • Sıra geldi iç pilava. Soğanları mümkün olan en ince şekilde doğrayıp hafif pembeleştiriyoruz. Ben havucun pilava kattığı rengi ve tadı sevdiğim için rendelenmiş havuç ilave ediyorum, dilerseniz siz başka bir malzeme, mesela domates, kullanabilirsiniz yada hiçbir şey eklemeden sade de yapabilirsiniz. Ardından pirincimizi de ekleyip bir süre kavurduktan sonra haşladığımız tavukların suyunu da ekleyip pilavımızı pişiriyoruz.Kuş üzümü veya baharatlar eklemek size kalmış.
  • Pilav demini aldıktan sonra,biraz da soğumasını bekleyip, küçük fırın kaplarına önce dolma fıstığı ve bademleri, sonra tavuğu, sonra da pilavı üst üste koyuyoruz. Fırın kabının en üstünde kalan pilavı kaşıkla düzelttikten sonra bir miföy yaprağını üzerine kapatıyoruz.

  • Milföy yaprağı eklemeden önce hazırladığınız yemeği servisten çok önce hazırlayıp buzdolabında saklayabilirsiniz. Ama milföyün servisten en fazla 45 dk. önce buzluktan çıkıp, hafif yumuşayınca yemeğin üzerine kapatılması gerekiyor. 
  • Fırın kaplarını ısıtılmış fırına atmadan önce milföylerin köşeleri aşağı doğru kıvırıyoruz. Lakin bu milföy pişince yemeğimizin yatağı olacak.
  • Yemeğimiz milföyler pişene kadar fırında kalıyor böylece servise hazır hale geliyor.
  • Fırın kaplarımızı, sıcak olacağını dikkate alarak, bir tabağa ters çeviriyoruz.
Buyurun size 'MİLFÖY YATAĞINDA TAVUKLU PİLAV'



Merak etmeyin anlatıldığı kadar uzun sürmüyor. Bence tadı ve görüntüsü biraz uğraşa değer.

Afiyet Olsun !

18 Mayıs 2010 Salı

SIKI DOSTLAR

Yukarıdaki yakışıklılar(en büyük resimde) soldan sağa; Kadir Mert (Kado), İdris Efe, Oğuz Kaan ve Ada

Daha önce 'KURALLAR BOZULMAK İÇİNDİR' yazımda bahsetmiştim, bu sene oğlumuz ilkokula başladı. Kurayla belirlenmesine rağmen oğluma çok iyi bir öğretmen ve çok uyumlu bir sınıf kısmet oldu. Oğluşum ömür boyu böyle şanslı olur inşallah. 

Sınıfımızdaki pek çok arkadaşını oğlum zaten tanıyordu. Bunlardan biri canım dostum Fulya'cığımın oğlu Kadir Mert, nam-ı diğer Kado. Kadir Mert ve İdris Efe tanışıklıklarının da yardımıyla ilk günden kanka oldular. Yakından tanıdığım, sevdiğim, takdir ettiğim bir ailenin çocuğuyla oğlumun kanka olması, takdir edersiniz ki beni de fazlasıyla mutlu ediyor.

Dediğim gibi sınıf öğretmenimizin de katkılarıyla bütün çocuklar arasında samimi bir arkadaşlık var. Veliler olarak bu uyum bize de yansımış durumda.

Geçen hafta pazar kahvaltısı için bir at çiftliğinde buluştu sınıfımız, öğretmenimiz de zarif eşiyle bize katılmıştı.

Çocuklar kahvaltı faslını alelacele geçip, kendilerini bahçeye attılar. Scooter, futbol, dondurma derken sıra at binmeye geldi. Oğluşum o gün ilk kez ata bindi, sanırım bir ata o kadar yaklaşması da ilkti. Her adımını düşünerek atan, sağlamcı oğlumun ata binmek için bu kadar istekli olması, tereddüt bile etmemesi de beni şaşırttı doğrusu. Arkadaşlarından mı güç aldı yoksa şimdiye kadar farketmediğimiz bir at sempatisimi var, bilemiyorum.Yakışıklı oğlum atın üzerine de çok yakıştı, sizce de öyle değil mi?

   

Biz veliler için de, çocuklarımız için de çok keyifli bir buluşma oldu.   

17 Mayıs 2010 Pazartesi

OMUZLARA DİKKAT!


Ben ilk okuldayken ve sanırım ortaokuldaki ilk yıllarımda vatkalar çok modaydı. Annemin tişörtünden, elbisesine,  gömleğine kadar bütün kıyafetlerinde vatka vardı.

Üzerinden öyle çok zaman geçti ki, ben vatka nedir onu bile unutmuştum.

Birden ortaya çıkıverip hayatımıza tekrar girdiler. Tekrar omuzlara döndüler ancak eski kullanımlarından daha  farklı bir amaçla. O zamanlar amaç düşük omuzları yükseltmekti.

Bugünkü amaçları omuzları süslemek.

Kimi boncuklu, kimi payetli, kimi çiçekli,...

Daha önce 'KİŞİLİKLİ ELBİSELER' adlı yazımda siyah elbiseme dikkat ederseniz, göreceksiniz. omuzlarında üzeri payet ve boncuklarla süslenmiş vatkalar var.

Bu sefer bir zamanların favori renk  tonu olan 'camel' rengi tişörümün omuzlarını vatkasız metal şerit ve zincirlerle süslemeyi tercih ettim.

Biraz asi, biraz maskülen, biraz da askeri bir hava verdi sanki. 

Omuz süslemeleri Micheal Jackson'ın vefatıyla askeri bir boyut ta kazandı biliyorsunuz. Resmen askeri apoletler var bazı kıyafetlerin omuzlarında. Benim metalik omuzlarım apoletten uzaklar ama en yakın zamanda fırsat bulunca apoletlerimi de sizinle paylaşacağım.

14 Mayıs 2010 Cuma

HAYATIMIZIN BAŞHARFİ


Size de oluyormu bilmem, bazen herşey öyle üst üste gelip sıkıyorki insanı durdurun dünyayı inecek var diyesim geliyor.Bugün de öyle bir gündü, kızımın yaramazlığı üstündeydi.Akşam babamız geldiğinde artık kulaklarımdan dumanlar çıkıyordu. Neyse ki canım kocacığım tek bakışımla anlar halimi, çocukları toparlayıp parka götürdü. Böylece kendime zaman ayırıp biraz dinlendim. 

Bugün için ne yazacağımı düşünürken gözüme kızımın odasındaki 'E' harfi takıldı. 

'E' harfi eşim ve benim için hayatımızın başharfi, çünkü oğlumuzun da, kızımızın da adı 'E' ile başlıyor. O harfe bakarken daha ondört onbeş yaşında bir öğrenciyken EFE adında bir oğlum ve ECE adında bir kızım olsun diye hayaller kurduğumu hatırladım. 

Birden sabahtan beri gerilmiş olan bütün sinirlerim gevşedi. Ne kadar şanslı bir insan olduğumu, Yüce Rabbimin bana hayal ettiğim çocukları ve eşi bahşettiğini farkettim. 

Şükürler olsun...

Kızımın odasını süslemek için yaptığım 'E' harfini bu vesileyle sizinle paylaşmak istedim.

Önceden çıkardığım harfin kalıbıyla iki kat kumaş kesip etrafını diktim.Küçük bir boşluk bırakıp, oradan elyaf doldurdum. Harfin etrafına hazır dizilmiş boncukları geçirdim.



'E' harfi demişken bu da kızımıza hoşgeldin yazımız. Bu yazının altına da küçük harflerle isminin bütün harflerini aynı metodla yaptım.Altta yazan ne diyen çok oldu gerçi ama bence gayet anlaşılırdı. Hoşgeldin yazımız hala kızımızın odasının kapısında asılı. Kızımızın odasına gelenleri karşılıyor.


12 Mayıs 2010 Çarşamba

KIRMIZI VE SİYAH



Uzun zamandır kırmızı siyah bir tişört yapasım vardı. Vardı da bir türlü farklı bir şeyler bulamıyordum.

Birkaç gün önce nette gezinirken çok hoş bir tişört süsleme örneği gördüm.O örnekle birlikte gözümde kırmızı siyah tişörtüm canlandı, hemen işe koyuldum.

Hazır bir tişört kullanmaktansa tişörtümü kendi elimle dikmeyi tercih ettim. Yakası ve kollarındaki volanları için hazır kırmızı biye kullandım.

Tişörtün üzerini süslemek için farklı kumaşlardan, farklı modellerde ve farklı ebatlarda beş çiçek yaptım. Bu çiçekleri tişörtün yakasına yerleştirdikten sonra ince organize kurdelelerle dallar yapıp tişörte diktim.

Ortaya farklı bir tişört çıktı. Sonuca bakınca çiçekleri daha büyük yapabilirmişim diye düşündüm ama yeniden yapmaya üşendim.Böyle de fena olmamış değil mi?

Benim gördüğüm örneği merak edenler buradan bakabilir.

KAHVE BAHANE, OTEL ŞAHANE

Bütün kahvelerle aram iyi olmuştur ama benim için kahvenin ifade ettiği mis kokulu Türk kahvesidir. Hayatımda önemli bir rolü vardır kahvenin, mesela hep bir 'kahve' içmek için uğrarım arkadaşlarıma, en yoğun işlerime 'kahve' içmek için ara veririm. Çocukları uyuttuktan sonra eşimle karşılıklı içtiğimiz birer fincan kahve günün bütün yorgunluğunu üzerimizden atmaya yeter.

Ama kahve içmek için bulduğumuz öyle bir yer var ki, orada kahve bahanedir asıl amaç şahane atmosferdir.

Four Seasons Hotel Istanbul at Sultanahmet > Central courtyard with outdoor patio of Seasons Restaurant.

Bahsettiğim yer Four Seasons Hotel, İstanbul.

Four Seasons Hotel Istanbul at Sultanahmet > Angled view of facade of Hotel from street level (vertical shot).

Yıllar önce bu otelle ilgili bir belgesel seyretmiştim. Binanın tarihi inanılmaz anılarla doluydu. Bildiğiniz gibi eskiden pek çok ünlü ismin de konakladığı bir hapishaneydi, şimdilerde ise çok şık ve çok konforlu bir otel! Sizce de ironik değil mi?

Four Seasons Hotel Istanbul at Sultanahmet > View of courtyard and Blue Mosque from only two guest rooms – foreground table-top set-up.


Her fırsat bulduğumuzda binanın ortasındaki büyük avluya tanzim edilmiş şahane bahçede kahve içmek bizim için bir alışkanlık oldu. Kahvenin şu şık sunumuna bakarmısınız.


Yukarıdaki görüntüde bir eksik var, o da kahveyle birlikte servis edilen minik lokumlar.
Kızım ve oğlum birbirleriyle yarışırcasına, hayatlarında ilk kez lokum görmüş gibi saldırdıkları için şu an görüntüde yoklar.

Tarihinin,şahane bahçesinin, şık kahve sunumlarının,  Sultanahmet meydanına ve camiine yakınlığının yanısıra daha pek çok şey var bu otelde beni çeken. Bir kere otelin her köşesinde orkideler, güller, mis kokulu çiçekler karşılıyor sizi.Tek bir güle bile dayanamayan beni o çiçekler arasında bir düşünün.

 

Otelin kapısına yöneldiğiniz anda sıcak bir gülümsemeyle sizi karşılayan ve otelde kaldığınız süre boyunca size dünyanın en önemli insanı gibi davranan muhteşem çalışanları, havaların ısınmasıyla cam sebillerde sundukları elma, limon veya nane aromalı buz gibi suları, her adımınıza eşlik eden temizlik, özen, samimiyet, şıklık, çocuklarımızın uygunsuz her davranışına gösterdikleri sabır, ve dahası...

Geçmiş yıllarda Avrupa'nın en iyi oteli seçilmiş olması benim için şaşırtıcı değil.

Evimden başka bir yerde yaşamam gerekse tek tercihim olurdu bu otel, tabi param yeterse.

Henüz ziyaret etmediyseniz bence bu deneyimi yaşamalısınız.

11 Mayıs 2010 Salı

PASTIRMALI YUFKA BÖREĞİ

Pek çoğunuz gibi, ben de bildiğim pasta, böreklerin çoğunu canım annemden öğrendim.Pastırmalı yufka böreği de bunlardan biri. Özel bir ismi yok, ben bir isim bulayım dedim ama başarılı olamadım. Sizden gelecek yardımlarla bir isim koyabiliriz böreğimize, fikriniz varsa paylaşın.

Böreğe gelince, diğer yufka böreklerinden farklı yanı üzerindeki milföy hamuruyla yapılmış süsü. Görüntüsüne kattığı hoşluğun yanısıra lezzetine de farklı bir tat katıyor.

Bir yaprak yufkadan dört adet börek çıkıyor. Yufkalara sürülen harç hepimizin bildiği yumurta, yoğurt, zeytinyağı karışımı. Benim harç için göz kararı bir ölçüm var ama ille bir ölçü gerekiyorsa üç yufka için 1 yumurta, 1/2 su bardağı yoğurt ve 1/2 su bardağı zeytinyağı diyebiliriz.

Yapımına gelince;


  1. Harç sürdüğümüz yufkayı dört eşit parçaya bölüyoruz ve herbir parçanın yuvarlak kenarlarını kare oluşturacak şekilde içe katlıyoruz.
  2. Ortasına pastırma ve rendelenmiş kaşar peyniri yerleştirdiğimiz kareleri zarf gibi köşelerinden katlayıp yeni bir kare elde ediyoruz. Bu şekilde bütün yufkaları katlayıp tepsiye yerleştiriyoruz.
  3. Sıra geliyor üzerini süslemeye. Buzluktan çıkardığımız milföy yapraklarını tam olarak buzu çözülmeden, hafif yumuşayınca, merdaneyle açarak kareden dikdörtgen şekline getiriyoruz.
  4. Kısa kenarından ince şeritler olacak şekilde kesiyoruz. Bir milföy yaprağından yaklaşık sekiz şerit çıkıyor.
  5. İki şeriti avucumuzun ortasına artı olacak şekilde yerleştiriyoruz.
  6. Artının ortasına hazırlanmış börekleri yerleştirip, şeritlerin uçlarını arkasına katlıyoruz.
  7. Yine şeritlerden fiyonklar yapıp çarpıların ortasına yerleştiriyoruz.
  8. Artan milföy hamurlarını değerlendirmek amacıyla kalan hamuru küçük toplar yaparak fiyonkların ortasına koyuyoruz.
  9. Son olarak süslenmiş böreklerin üzerine yumurta sürüp, önceden ısıtılmış fırında 180 derecede yaklaşık yarım saat pişiriyoruz.
Mis gibi pastırma kokusundan böreklerin piştiğini anlamanız oldukça kolay.

Afiyet olsun.

Not: Benden Kayseri yemekleri bekleyen Fatoş'umun belki pastırmalı oluşuyla dikkatini çeker. Gerçek Kayseri lezzetleri için bizzat gelmen gerekiyor. Duyurulur.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

ANNELER GÜNÜ TEMALI KIRMIZI MASAMIZ


Meşhur arkadaş grubumla bu haftaki buluşmamız benim evimde gerçekleşti.Anneler gününü kendime konsept olarak belirleyip canlarım için kırmızılarla donatılmış bir masa hazırladım.

Sadece aksesuarlarda değil, ikramlarımda da mümkün olduğunca kırmızı renkleri kullanmaya çalıştım.

Geçen sefer meyve buketim güzellerim tarafından oldukça beğenilmişti. Bu sofra da çiçek yerine şık bir meyve buketi kullanmayı tercih ettim.



Bu günlerde yavaş yavaş manavlarda yer almaya başlayan yaz meyvelerini tercih ettim bu kez. Erikler, kirazlar ve tabi çilekler.

Çikolatamı çilekleri kaplamak yerine kahveyle ikram etmek için çubuklar yapmaya ayırdım.



Kahve ikramımız günün konseptinin dışında pembe tonlarındaydı. Sebebi kahvelerimizi masamızda değil pembe ağırlıklı salonumuzda içmemiz ve tabi benim vazgeçemediğm pembe sevdam.

Çikolata bağımlısı bir insan olarak rahatlıkla söyleyebilirimki en lezzetli çikolata kendi elinizle yaptığınız. Elbette hazır aldığım çikolatayı benmari usulü eritip kalıplara döküyorum ama inanın lezzeti başka. Denemenizi tavsiye ederim.   


İkramlarımıza gelince;

yoğurtlu kabak salatası
zeytinyağlı biber dolması











pastırmalı yufka böreği


olmazsa olmaz kırmızı kalpli pastamız

Böreğimizin ayrıntılı tarifini yarın ayrıca yazacağım. Kırmızı masamızdan haberler şimdilik bu kadar. Sanırım bu yazıyla birlikte bu seneki anneler günü kutlamalarını da sona erdirmiş oluyorum. Gelecek seneye sağlıkla, mutlulukla ulaşmak ümidiyle.

6 Mayıs 2010 Perşembe

OKYANUS GÖZLÜME

Pusulamdır okyanus yeşili gözleri!
Tek bakışıyla el pençe divan eder önünde,
yine tek bir bakışı defeder gönlümdeki katmer katmer dertleri.
Bütün bir dünya üstüme de yürüse,
hep çıkmaz sokağa da düşse yollarım,
bilirim ki beni tutar gözleri.
İnceden titrese de güzel sesi,
narin bedeninden koca yüreğini çıkarıp sarıp sarmalar beni.
O kocaman yüreğine neleri sığdırmadıki ;
ne ahlar, ne vahlar, ne kahırları içine akıtıp ta,
yine de yaratılmış herşeyi karşılıksız sevmeye gücü yetti.
Heyecanımın yankısı, sevincimin coşkusu,
insan telaşlarımın kuytusu,
en siyah gecemin sabahıdır onun okyanus yeşili gözleri!
Dünyanın neresine gitsem gönlümde taşırım ben onu,
onsuz içime sinmez ne yediğim, ne gördüğüm, ne keyfettiğim.
Hayallerimin başrol oyuncusudur o.
Başımın tacı, yüreğimin ilacı, geleceğe umudum, geçmişe güvencim,
yaşam savaşımda komutanım, yanlışlarımın öğretmeni, doğrularımın değeridir.
Gücüm yetmediğinde gücüm, sesim çıkmadığında sesim,
aklım ermediğinde aklım, hayat pusulam,
canım, kanım, özüm
dert ortağım, arkadaşım, can yoldaşım
A N N E M  dir o.

Her anne evladı için çok özel,
ama benim annem hem özel hem güzel.
Üstelik sadece benim annem olarak değil,
insan, evlat, kadın, eş, annaanne, dost, sırdaş, arkadaş,...
aklınıza gelebilecek her türlü sıfatıyla hem özel, hem güzel.

Canım Annem Seni Çoooook Seviyorum!

Başta benim annem olmak üzere bütün annelerin anneler günü kutlu olsun.

KIZIMIN BALON LAMBASI


Kızıma sahip olacağımı öğrendiğim o günden sonra benim için herşey çok farklıydı artık. O kadar çok dua etmiş, o kadar çok hayal kurmuş, onun için o kadar umut biriktirmiştimki. Aylarca her doktor randevumuzda henüz belli olamayacağını bildiğim halde doktorumu kız mı diye sorarak bezdirmiştim.
O gün, doktorumuz evet güzel bir kızımız olacak dediğinde mutluluğumu anlatamam, dünyalar benim olmuştu. Günlerce ağzım kulaklarımda, gözümde mutluluk gözyaşlarıyla gezdim. Hamileliğimin bundan sonraki dönemi de kızım için hazırlık yapmakla geçti.
Doğum odamızdan ve kızımın odasından daha önce bahsetmiştim. Bu sefer özellikle balon lambasını sizlerle paylaşmak istedim.



Çok basit ama gayet şık bir lamba oldu. Herhangi bir yerden alınabilecek kağıt fenerin tepesinden aşağıya sekiz kurdele sarkıtıp dördünün ucunu balonun sepetiyle birleştirdim. Geriye kalan dört kurdelenin ucuna da uzun aramalar sonucu bulduğum kelebek ve kalpleri bağladım.

En oyalayıcı parçası sepetiydi.İki kat kumaştan biçip, arasına elyaf yerleştirdim. Böylece pofuduk bir görüntüsü oldu.Sepetin etrafına da perdecilerde hazır satılan boncuklardan diktim.

Pembe hippomuz da balon avizemize çok yakıştı.


Kızımızın gelişiyle birlikte, eşimle kurduğumuz, oğlumla büyüttüğümüz ailemiz tamamlanmış oldu.

Her annenin bir kızı olmalı, henüz kızı olmayan canım arkadaşlarıma duyurulur!

5 Mayıs 2010 Çarşamba

HIDIRELLEZ



Doğadan olmasa da bir alışveriş merkezinden bahar görüntüsü.
Dev çiçekler, kelebekler ve uçuşan periler benim çok hoşuma gittiler.
Hıdırellez bahanesiyle sizinle de paylaşmak istedim.

Çocukken evimizin önünde kocaman bir park vardı. Hıdırellez gecesi annemle, kardeşimle o parka gitiiğimizi güllerin altına dileklerimizi çizip dua ettiğimizi hatırlıyorum. Canım annem tertemiz yüreğiyle ne çizse bir sonraki sene kısmet ederdi Yüce Rabbim.

Ben de yıllardır bırakmadım bu geleneği ama son yıllarda hayat telaşında hep çok geç hatırladım hıdırellezi. 

Kimbilir kaç yıldır doğrudürüst dilek dileyemedim, gül ağaçlarının altına resim çizemedim.

Bu sene sağolsun çocuklaçocuk zamanında bilgilendirdi beni. Öyle güzel bir hıdırellez yazısı yazmışlar ki, şimdiye kadar duymadığım pek çok bilgi edindim hıdırellez hakkında. Öğrenmek istiyorsanız siz de bir göz atın.

Bu güzel geleneği yaşatmak isteyen herkese bir de ben duyurayım dedim.

Herkesin hıdırellezi kutlu olsun, dilekleriniz gerçek olsun, dualarınız kabul bulsun.

4 Mayıs 2010 Salı

YENİLENMİŞ İNCİ KOLYELER



Genelde inci orta yaş ve üzeri bayanların tercih ettiği bir takıdır ama oldum olası benim favori aksesuarım oldular. İlk inci kolyemi evlenirken babaannem hediye etmişti.Upuzun üç sıra inci. O zamanlar şimdiki kadar düzgün ve iri değildi inci taneleri. Çok büyük ve üç sıra olmasından dolayı da pek kullanışlı değildi.
Daha sonraları pembesi siyahı derken pek çok inci takı edindim ve o ilk inci kolyem kullanılmadan yıllarca kasada bekledi. 
Bir ara elime geçince nasılsa gözden çıkardığım incilerimi farklı bir tarzda tasarlamak istedim. Uzun bir süre uygun aksesuar aradım. Geçenlerde bazı gümüş takılarımı tamire götürdüğümde kuyumcuda taşlı aksesuarlar gördüm. Tam olarak istediğim gibi olmasalar da incilerim için uygundular. 
Ancak inci dizmek biraz el mahareti istiyormuş. Neyseki bir kaç denemeden sonra işin ipucunu yakaladım. 
İki ayrı siyah incim olduğu için onlardan birini de bu aksesuarlarla yeniden dizdim.


Kullanılmayan kolyelerime yeni bir görünüm kazandırarak, kasada beklemekten  kurtarmış oldum.
Devamlı yeni bir şeyler almaktansa elimizde varolanı değerlendirmek daha güzel bence. Hem kendi zevkimle kendi elimden çıkmış eşi olmayan inci kolyelerim oldu. 

BETTY BOOP SEVDASI

Oldum olası sempatim olmuştur Betty Boop'a. Biraz seksi, biraz utangaç haliyle, kokoş kıyafetleriyle şüphesiz çizgi dünyanın  ikoncanı o.

Yıllar önce aldığım Betty Boop tişörtlerim artık giyilmeyecek kadar eskidi ama onlardan vazgeçemiyordum bir türlü. Elbise dolabımın artık kullanılmayanlar bölümünde öylece duruyorlardı.

Geçenlerde tişörtlerim tekrar elime geçtiğinde artık vazgeçmem gerektiğini düşünürken birden aklıma geldi. Betty Boop'umu eski tişörtten kesip yeni dikeceğim bir tişörte ekleyebilir, böylece Betty Boop'tan vazgeçmemiş olurum.


Kesmeden önce fotoğraf çekmeyi unutmuşum ama solda kesilmiş eski tişörtü, sağda da yeni tişörte eklenmiş, işlenmemiş ilk halini görüyorsunuz.

Tabi söylendiğim kadar kolay olmadı. Sadece el dikişiyle ince, titiz ve uzun bir çalışmanın ardından yepyeni bir tişörtüm oldu. Sadece karakteri eklemekle yetinmedim tabi, boncuklarla, payetlerle, kurdelelerle, taşlarla işleyerek kokoş kowboy Betty Boop'ya daha da kokoş bir görüntü kazandırdım.






Beni yeterince tanıyan herkes çok iyi bilir benim pembe aşkımı. Hem pembe, hem altın işlemeli, hem Betty Boop'lu tişörtüm bu sene benim favorim.

 Kullanılmayan bir Betty Boop tişörtüm daha var. Yaz gelmeden onu da yenilemek istiyorum.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

KARİDES GÜVEÇ


Yemek tarifi verecek kadar iyi bir aşçı değilim açıkçası. Benim için genelde lezzetten çok sunum önemlidir. Ama ister istemez onbir yıllık evlilik ve iki çocuktan sonra içgüdüsel yemek yapmayı, demek istediğim göz kararıyla, doğaçlamalarla pişirmeyi öğrendim.

Ben kırmızı eti hayatım boyunca ağzıma koymadım, tavuk desen mecbur kalmadıkça yemem ama balık, benim için vazgeçilmezdir. Sadece balık da değil, denizden ne çıksa yerim. O kıymalar, pirzolalar yiyecek değil, parçalanmış birer canlı görünürken gözüme, en böceksi deniz ürünü bile ağzımı sulandırır.

Oğlum da damak lezzetini benden almış olacak ki bayılıyor deniz ürünlerine. Geçenlerde tutturdu canım karides istiyor diye. Evde balık yapmışlığım var ancak karides pişirdiğim olmamıştı. Bir kaç hafta önce arkadaş grubumuzda, marifetli arkadaşlarımın verdikleri karides tariflerine güvenerek karides güveç yapmaya giriştim.

Tavada, ben pilav dahil her yemekte zeytinyağı kullandığım için zeytinyağıyla, önce sarımsakları hafif kavurdum, sonra 'iglo' karidesleri dondurulmuş halde tabi bir su altından geçirip, tavaya ekledim. Sırayla küp doğranmış patates, kırmızı biber, yeşil biber ve domates ekleyip kavurmaya devam ettim.Son olarak çok az domates salçası ve biber salçası ekledim. Baharat olarak da kırmızı toz biber, tuz ve öğütülmemiş karabiber kullandım. Tek kişilik küçük güveç kaplarına kavurduğum karışımı paylaştırdım. Yetişkinler için değil ama çocuklar için küçük birer parça tereyağ ekleyip üzerine rendelenmiş kaşar serptim ve fırına verdim. Sadece peynir eriyene kadar pişirip fırından çıkardım ve üzerine pul biber serperek servis yaptım. İlk deneme için hiç fena değildi. Ev halkı da gayet afiyetle güveçlerini yedi.

Biz çorbamızın ardından ana yemek olarak yemiş olsak da Türk insanı için ana yemek olarak düşünülecek kadar doyurucu bir seçenek değil sanırım. Ama yemek davetlerinde en azından ara sıcak olarak eklenebilecek lezzetli ve farklı bir yemek bence. Deniz ürünü severlere afiyet olsun.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

RAHMİ KOÇ MÜZESİ

Rahmi Koç Müzesi ile ilgili, açılışından beri o kadar çok yazı okudum ki... Her yazıda merakım daha da arttı ama bir türlü zaman bulupta gezmek kısmet olmamıştı.Bu yazılardan birinde yazar NewYork'da katıldığı bir daveti anlatıyordu. İçlerinde New York belediye başkanının da olduğu davetin önemli isimlerine Türk bir gazeteci olarak tanıtıldığında, belediye başkanının gazeteciye Türkiye ile ilgili sorduğu ilk soru Rahmi Koç olmuş.Üstelik bu ilginin sebebi Rahmi Koç'un Türkiye'de açtığı müzeymiş. Dünyanın en kapsamlı, en büyük, en ilginç müzelerine sahip bir şehir olan New York'un  belediye başkanının bu müzeyle bu kadar ilgilenmesi hatta haberinin bile olması beni çok şaşırttı. Bu yazıdan sonra merakım daha da arttı ve ilk İstanbul gezimize müze ziyaretini eklemeye karar verdim.

İstanbul gezimizin 23 Nisan'a denk gelmesi nedeniyle daha çok çocuklarımızın eğlenecekleri rotalar belirlemiştik kendimize. 23 Nisan günü Forumdu akvaryumdu derken çok oyalanınca müze gezimizi ertesi güne erteledik. İyiki öyle yapmışız çünkü o kadar  geniş bir müze kısıtlı bir zamanda, hem de yorgunlukla gezilmezmiş.

Haliç'in kıyısında Hasköy'de çok geniş bir alana kurulmuş. İlk izlenimimiz, çalışanların hepsinin güler yüzlü ve yardımsever oluşlarından dolayı gayet olumluydu. Otopark sorunu olmaksızın geniş bahçeye arabamızı parkettik.


Kızımın 'mööö'ye binmek için ağladığını farkettiniz mi?

Deniz kıyısında koca bir vapur onun yanında da denizaltı demirliydi. Bahçenin ortasında metal direkler üzerine yerleştirilmiş bir uçak, lokomotifler, vagonlar, bir savaş uçağı, itfaiye arabaları, Londra'nın iki katlı kırmızı otobüsü ve hatta 60'lı yılların Coca Cola minibüsünden bozma cafesi.Daha neler neler.

Bunlar ilk bakışta bahçede gördüklerimiz, biz ilk önce giriş biletlerimizi almak için girişe yöneldik. Üç ayrı giriş bileti satılıyordu; Müze girişi, denizaltı gezisi ve keşif küresi. Denizaltını gezmek için can atan oğluşum gezi için dokuz yaş üzerinde olması gerektiğini duyunca hayal kırıklığına uğradı. Oysa müzenin internet sitesinde yedi yaş üzeri olarak belirtilmişti. Biz de müzeyi gezmekle ve keşif küresine girmekle yetindik.

Keşif küresi küre şeklinde yapılmış bir yapı. Sergi salonu ve cafe du Levant ile birlikte yolun karşı tarafında yer alıyor. Keşif küresinin gösterimleri her saat başı yapılıyormuş.İki saat sonrası için rezervasyonumuzu yaptırıp, müzeyi gezmeye başladık.

İlk önce büyük galeriye girdik, onlarca antika araba vardı. Cadillaclar, hem de pembesinden, Buickler, bir zamanlar hayranı olduğum Mustangler, ilk Türk üretimi araba olmasıyla bizim için önemli olan Anadollar daha neler neler. 



Bunca antikanın arasında oğlumun dikkatini en çok çeken ise bir Murat 124 oldu.Nedenini aşağıdaki resme bakınca sanırım anlarsınız.


Galerinin bir bölümünde de motorsikletler ve bisikletler vardı.Bizim ilgimizi en çok Harley Davidson'lar çekti.


Büyük galeriden sonra geçtiğiimiz bölümde daha eski araçlar vardı; posta arabaları, atlı arabalar, itfaiye araçları, çocuk arabaları, çocuklar için oyuncak arabalar, atlar hatta saman arabaları bile.



Araçlar mekana öylesine yerleştirilmemişler dönemlerine göre dekorasyon yapılmıştı.
Alt sol köşedeki tamirhane detaylarını farketmişsinizdir.  

Eski araçlardan sonra bizi eski tahta bir kapı karşıladı. Üzerinde 'Araser Zeytinyağı Fabrikası' yazıyordu.Kapısına kadar herşeyiyle söküp müzeye getirip yeniden kurmuşlardı.


Bu arada gezdiğimiz müze iki katlı ve merdiveni kullanamayacak olanlar için gerekli yerlere engelli asansörü yerleştirilmişti. Kızımız her 'düdüt'e binmek istediği için onu arabasına bağlayıp gezdirmek zorunda kaldık. Dolayısıyla biz mecburiyetten oğlum da meraktan asansörleri kullandık.Böylesi ayrıntılarla oluşturulmuş bir müzeye yakışacak bir şıklıktı.


Müzenin bir galerisi de 'Ne, nasıl çalışıyor?' bölümüydü.Müzenin bu kısmında, Rahmi Koç'un bir kolleksiyoner olarak biriktirdiklerinin yanı sıra, iş adamı olarak birikimleri, yani Koç Holdingin faaliyet alanında yer alan ürünleri sergileniyordu. Çamaşır makinesi,  bulaşık makinesi, buzdolabı, hatta blender, mutfak robotu, kat kaloriferi, gazlı soba ve dahası... Hepsinin dış kaplaması olağanın aksine şeffaf bir malzemeyle kaplanmıştı, böylece her makinenin yanındaki butona bastığınızda makine çalışıyor ve siz şeffaf kaplamadan neler olduğunu görüyorsunuz. Ayrıca her makinenin arkasındaki duvarda işleyiş şeması vardı. Makinenin çalışmasıyla eş zamanlı olarak şema üzerindeki ışıklar yanıp sönerek size daha detaylı bir anlatım sunuyorlar. Yani anlamanız mümkün değil. Hatta bir arabayı parçalayıp içinde ne var ne yok göstermişler. Ayrıca yanındaki ekranda bir arabanın üretimini baştan sona anlatan bir film gösterimi de  vardı. Bu arada beyaz eşyaların yanında 'Çelik' de eksik değildi. 


Müzenin büyük bir kısmı da Rahmi Koç'un gemisi Nazenin IV ile yaptığı dünya seyahatine ayrılmıştı.Koca bir holü panolarla odacıklara bölmüşler ve her odacıkta seyahatin bir bölümünü haritalar, resimler, o yerlerden alınan objeler ve hatta giyilen kıyafetlerle  anlatmışlar. Özellikle bir tshirt dikkatimi çekti. Gemi seyahatinde kullanıldığını açıkça ortaya koyacak şekilde rengi solmuş turuncu tshirtün üzerinde şöyle yazıyordu:'probably too old to be doing this!' Her şey o kadar özenli, o kadar orjinal, o kadar büyüleyiciydiki içimden bence tam da yaşında gezmiş dünyayı diye geçirdim. Onca yaşanmışlıkla dünyanın her köşesine olağanın dışında bakmış ve görmüştü, bu aşikardı.Ama işin kötü yanı bu bölümün fotoğraflarını bulamadım, üzgünüm..

Müzedeki en son bölüm ise Rahmi Koç'un işadamı kimliğine ayrılmış.Çalışma odasının bir kopyası oluşturulmuş ve Rahmi Koç'un balmumu heykeli odaya yerleştirilmiş.

Oğlum Rahmi Koç'un gülüşünü taklit ederken...Umamım taklit edecek başka şeyler de bulmuştur.

Bu bölümde yıllardır biriktirdiği ödüller, hediyeler, resimler, anılar, üniversitelerden aldığı fahri doktoralar, onunla ilgili yazılıp çizilenler, karikatürler ve daha pek çok şey sergileniyor. Salih Memecan'ın bir karikatürü özellikle oğlumun dikkatini çekti. Karikatürde Rahmi Koç'un gemisi bir viking gemisiyle karşılaşıyor ve viking gemisinin kaptanı savaş alarmına geçen tayfalarına dönüp şöyle diyor: 'Durun adam savaşmak değil gemimizi almak istiyormuş, müzesine koyacakmış!'

Bu bölümde önemli siyasi kişiliklerin özel eşyaları da sergileniyor. Atatürk'ün kıyafetleri, Süleyman Demirel'in şapkası, Bülent Ecevit'in mütevazi şapkası ve daktilosu. Ne yalan söyleyeyim beni en çok Bülent Ecevit'in eşyalarının yanıbaşında duran  o daktiloyu kullanırken çekilmiş fotoğrafı etkiledi.Yıllar insana neler yapıyor. Nerde o fotoğraftaki idealist Ecevit nerde son günlerinde hatırladığım yürümekte bile zorlanan yılgın Ecevit.  


Bu bölümle birlikte müzeye girdiğimiz yere tekrar dönmüş olduk aşağıdaki resimde üst kattan çekilmiş müze girişi görünüyor.


Yukarıdaki resmin üst sol köşesinde, oğlumun arkasındaki duvardaki panoda fotoğrafları eşliğinde Rahmi Koç'un  ağzından kendi hayat hikayesi anlatışmış. Amerika'da Henry Ford'un oluşturduğu müzeyi gezerken hayran kaldığını ve ilerde böyle bir müze oluşturabilme hayalinin orda başladığını anlatıyor. Umarım benim oğlum da bu müzeden kendi geleceği için ilham almıştır.

Böylece sıra açık hava müzesine gelmişti ki keşif küresi için rezervasyon saatimizin geldiğini farkettik. Kızımızı babamızla birlikte bahçedeki atlıkarıncaya gönderip biz da oğlumla yolun karşısındaki keşif küresine geçtik.Kocaman kürenin içine girip yatar pozisyondaki koltuklara uzanıp sanki üzerimizde gökkubbe varmış gibi güneş sistemindeki gezegenleri, uydularını, belli başlı yıldızları vr güneşi gözlemledik.Mesela dünyadan çıplak gözle baktığımızda yıldız mı, gezegen mi nasıl ayrılır gibi pek çok detay öğrendik. Sonra da kısa bir film izledik.Hatırlarsınız yakın bir zamanda bir güneş tutulması yaşadık. Bu film ise bir sonraki güneş tutulması sırasında yani yaklaşık altmış yıl sonra geçiyor. Dünyanın zamanla kaynaklarının azalmasıyla yeni yaşam alanları arayan bir grup insanın aya yerleştiğini öğreniyoruz. Bu insanlardan olan büyükbaba ayda doğan torunlarıyla güneş tutulmasını, yani ayın gölgesinin dünya üzerine düşüşünü, izliyor. Gölgenin ülkeler üzerindeki yolculuğu sırasında büyükbaba torunlarına o ülkenin jeolojik tarihiyle ilgili önemli olayları anlatıyor. Filmin sonunda torunlar soruyor:'Büyükbaba dünyayı özlemiyormusun?' Evet diyor büyükbaba ama benim evim artık burası, insanın evi ailesi nerdeyse oradır.' Doğru çok doğru ancak umarım biz dünyayı terketmek zorunda kalmayız, o günleri görmeyiz.

Daha sonra tekrar karşıya geçip açık hava müzesini gezdik.Burda da lokomotifler, tramvaylar, saltanat vagonu, vapur, uçak, helikopter ve sayamadığım daha bir çok araç vardı.



Son olarak bahçeden kalkan trenle on dakikalık nostaljik bir tren gezisi yapıp gezimizi noktaladık.

Müzenin içine koydukları anı defterine oğlum beğenisini yazdıktan sonra ben de şunları ekledim:
'Hayatı yaşadığınız,
           biriktirdiğiniz,
ve dahası bizimle paylaştığınız için 
sonsuz teşekkürler.
Yüreğinize sağlık,
emeği geçen herkesin eline sağlık.'

Israrla tavsiye ediyorum, çocuklarınızla bu müzeyi gezin. Bizim için dolu dolu, eğlenceli, keyifli, kaliteli bir gezi oldu.

Bir kez daha teşekkürler Rahmi Koç!